Donald Trump yönetiminin ikinci döneminde İran’a karşı yeniden şekillenen maksimum baskı politikası sadece Tahran’ı hedef almamaktadır. Aynı zamanda İran’ın bölgesel nüfuzunun belirgin biçimde hissedildiği Irak’ı da doğrudan kapsamaktadır. Son haftalarda yaşanan gelişmeler, bu baskının Irak sahasında hem siyasi hem de askerî düzeyde yeni bir evreye geçtiğini göstermektedir. İran’a yakın Haşdi Şaabi gruplarının geleceği, Bağdat üzerindeki İsrail kaynaklı baskılar ve ABD’nin Irak’a dönük “egemenlik ve kontrol” çağrıları bu sürecin yalnızca İran’ı değil Irak’ı yeniden şekillendirmeyi amaçlayan çok katmanlı bir strateji olduğunu ortaya koymaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) güvenlik bürokrasisinde kilit pozisyonlarda bulunan Savunma Bakanı Pete Hegseth, CIA Direktörü John Ratcliffe, Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz ve Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard gibi isimler, bu stratejinin yürütücüsü konumunda yer almaktadır. Her ne kadar bu aktörler, İran karşıtı sert bir çizgide buluşsalar da Irak sahasındaki uygulamaya ilişkin önemli yöntemsel ayrışmalara sahiptir.
ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, İran’ın Irak’taki vekil güçlerine karşı doğrudan askerî caydırıcılığı önceleyen bir politika benimsemektedir. Hegseth’in açıklamaları yalnızca Yemen’deki Husilerle sınırlı olmayan, Irak’ta da Haşdi Şaabi gruplarını hedef alan geniş kapsamlı bir baskı stratejisini işaret etmektedir. İran’ın Irak içindeki askerî kollarını “tek bir komuta altında toplanmamış, kontrolsüz ve dış bağlantılı unsurlar” olarak değerlendiren Pentagon’un yeni yönetimi, bu yapıları dağıtma yönünde bir eğilim sergilemektedir. Nitekim İran’ın Bağdat Büyükelçisinin kamuoyuna açıkladığı üzere Trump’ın Tahran’a ilettiği mesajda “Haşdi Şaabi’nin dağıtılması” gibi açık bir talep yer almıştır. İletilen mesaj, güvenlik bürokrasisinin bu konuda kararlı ve uzun vadeli bir planlama içinde olduğunu göstermektedir.
CIA Direktörü John Ratcliffe ise aynı hedefe ulaşmak için istihbari ve siyasi mühendislik araçlarını öne çıkarmaktadır. Ratcliffe’in özellikle 2025 Irak seçimlerine odaklandığı ve İran yanlısı grupların siyasal etkisini kıracak yeni bir hükûmet yapısının inşasına öncelik verdiği değerlendirilebilir. Bu yaklaşım, doğrudan bir askerî operasyon yerine Irak’ın kurumsal yapısının dönüştürülmesi yoluyla İran etkisini sınırlandırmayı hedeflemektedir. ABD Dışişleri Bakanlığının son açıklamalarında Haşdi Şaabi’nin “Irak Başkomutanlığı dışında hiçbir yapıya bağlı olmaması gerektiği” yönündeki ifadeler, bu kurumsal dönüşüm hedefinin diplomatik kanallarda da dile getirildiğini göstermektedir.
ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz’un Irak’a dair yaklaşımı ise daha yerel ve sahaya nüfuz eden bir çizgide seyretmektedir. Özellikle Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile kurduğu güçlü ilişkiler ve Kürt siyasi yapıları üzerinden Bağdat’taki dengeyi kurma çabası, Waltz’un Irak dosyasına daha mikro düzeyde ve çok aktörlü yaklaşımını ortaya koymaktadır. Petrol ihracatı, hükûmet kurulumu ve IKBY’deki aktörlerin merkezî hükûmet içindeki pozisyonu gibi meseleler, Waltz’un İran karşıtı politikayı sadece askerî değil, siyasi-ekonomik düzeyde de örgütlemeye çalıştığını göstermektedir.
ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard ise bu aktörler arasında farklılaşan bir konumda durmaktadır. Gabbard geçmişte ABD’nin Ortadoğu’daki doğrudan askerî varlığına karşı çıkan bir çizgide olsa da Husilere yönelik operasyonları desteklemesi onun artık tamamen izolasyonu savunan bir pozisyonda olmadığını göstermektedir. Ancak Gabbard’ın hâlâ bölgesel müttefiklerle kolektif güvenlik mimarisi kurma önerisi, Irak sahasında ABD varlığının biçimi konusunda daha temkinli bir yaklaşımı temsil etmektedir. Gabbard’a göre Haşdi Şaabi gibi yapılarla mücadelede ABD’nin doğrudan askerî angajmanındansa Irak hükûmetinin kontrolü eline almasını sağlayacak yerel kapasite inşası öncelenmelidir.
Bu çeşitlilik, tek bir stratejik hedefe yönelmiş olsalar da ABD güvenlik bürokrasisinin Irak sahasında farklı perspektif ve araçlarla çalıştığını göstermektedir. Irak Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin’in açıklamalarında, hükûmetin savaş kararından uzak durduğu ve ülkenin bölgesel çatışmaların sahnesi hâline gelmesinden ciddi rahatsızlık duyduğu ifade edilmektedir. Buna rağmen ABD’nin Haşdi Şaabi’ye dair “sınırlandırıcı” pozisyonu ve İran’a yakın gruplara yönelik artan baskısı, Irak’ta iç siyasetin dış müdahalelere açık hâle geleceği yeni bir dönemi haber vermektedir. Öte yandan Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin’in aktardığına göre İsrail’in Irak’a yönelik bir hava saldırısı planladığı ancak bu girişimin ABD tarafından diplomatik yollarla engellendiği ifade edilmiştir. Bu durum, dış müdahalelerin yalnızca soyut bir tehdit olarak değil doğrudan müdahale kapasitesine sahip aktörlerin eylem planlarında somut karşılık bulduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, ABD’nin maksimum baskı politikasının örtük bir ayağında İsrail’in güvenlik çıkarlarının da yer aldığı söylenebilir. İsrail’in, Irak’taki İran yanlısı vekil güçleri kendi ulusal güvenliği açısından tehdit olarak algılaması ve bu nedenle ABD ile koordineli adımlar atmaya istekli olması, olası bir bölgesel güvenlik mimarisi tartışmasını da beraberinde getirmektedir. Bu perspektif, Tulsi Gabbard’ın savunduğu bölgesel aktörlerle ortak güvenlik yapıları kurulması yönündeki yaklaşım ile de örtüşmektedir. Dolayısıyla İsrail’in süreçte konumlanışı hem Amerikan bürokrasisindeki yöntemsel farklılıkları besleyebilecek hem de İran karşıtı stratejiyi çok aktörlü hâle getirebilecek bir potansiyele işaret etmektedir.
Sonuç olarak İran’a karşı yürütülen maksimum baskı politikasının en kırılgan ve aynı zamanda en merkezî uygulama alanlarından birini Irak oluşturmaktadır. ABD güvenlik bürokrasisindeki aktörlerin Irak’a dair vizyonları ortak bir stratejik hedefte birleşmekle birlikte, bu hedefe ulaşmada izlenecek yöntemler konusunda belirgin farklılıklar göstermektedir. Önümüzdeki dönemde Irak, bu yöntemsel ayrışmaların sahadaki yansımalarının gözlemlenebileceği en kritik sınama alanı olmaya devam edecektir.